1 Eylül 2014 Pazartesi

Şahsi Tespitim: Sosyal Devlet Yalanı


Dünyada cumhuriyet rejimine sahip olan her ülke aynı zamanda sosyal bir devlettir. 

Genellikle cumhuriyet rejimli ülkelerin anayasasında bu yazar. 

Sosyal devlet bence (Halk için) bizim gibiler için kocaman bir yalandır. Sosyal devlet aristokratlar ve diğer zengin zümreler için var olmuştur. Dünyanın her yerinde insanlar sosyal konumuna göre (parasına göre) değerlendirilir ve eğitim, sağlık, lüks ihtiyaçlar, eğlence, kültür faaliyetler gibi sosyal unsurlar sadece onlar için vardır. İstedikleri şeyi yapabilir, kafaları estiğinde dünyayı dolaşabilirler. 

Orta seviyedekiler ve İşçiler sadece temel ihtiyaçları karşılanan ve çoğunlukta olan, Romada proletarya, İngilterede avam diyerek aşağılanan insanlara gelince.. 

Bu insanlar, dişlerini tırnaklarına takarak bir yerlere gelmeye çalışırlar. Üst seviyeye çıkmak için yıllarca eşek gibi çalışırlar. Hangi rejimde olursa olsun bu insanlar hayatlarını çalışarak, evden işe, işten eve gidip gelen asosyal kişiler oluverirler. Çaresiz bu duruma katlanırlar elbet. Kimi bu işten memnundur. Kimi nefret etse de katlanır. Kimi de aman düzenim bozulmasın der.

Bir de bu insanlara karşı koymasını öğütleyen bir takım aristokrat/aydın kesimler vardır özellikle düzenim bozulmasıncılardan nefret eden... O insanın kafasından hiç düşünmez çünkü. Aristokrat/aydın olarak kendisini koruma altına alır söyleyen kişi. Fakat düzenim bozulmasıncı kişi bilir ki, işler sarpa sardığında arkasında kimse olmayacak. Kendi de istemez içten içe ama etrafında görmüştür karşı koyanların nasıl bir cezayla karşı karşıya kaldığını. O yüzdendir ki hayatında değişiklik istemez. Düzeni bozulmamalı. Varsın sosyal hayatı olmasın temel ihtiyaçlarını etkileyecek sorunlar doğuracaksa otoriteye karşı çıkmak... 

Bu adamları savunacak kahramanlar lazımdır. Onları ikna edebilecek... Ama öncesinde... 

Geri dönelim Aristokratlara... Demiştim ya sosyal devlet bunlar için var. Sonuna kadar arkasındayım. Görünen bir gerçektir bu. Dikkatinizi çeker mi bilmem. Aristokratlar siyasetle iç içedir. Bütün dünyada öyledir. 

Sebebini hiç düşündünüz mü? 

Sebebi kocaman bir korkudur. Ne korkusu mu? 

Sosyal statüsünü, parasını, düzenini kaybetme korkusu...

Fark edildiği gibi düzenini bozmak istemeyen proletarya takımıyla, ona kızan aristokratlar/ aydın kesim arasında hiç bir fark yok.

Ayrıca bazı aristokratlar vardır ki. Artık bunlar düzenini kaybetmemek için adam bile öldürür. 
Eskiden tarlasında yangın çıkan bir çiftçi, su bulamadığı için ters taraftan buğdayları yakarak yangının daha da büyümesini engellermiş. Kurtarabildiğimizi kurtaralım hesabı.... Aristokratlar da elindekileri kurtarmak için halktan ödün vermektedir. Yangın devlet tarafından geliyorsa halkı, Halktan geliyorsa devleti yakarlar. Yeter ki paralarına, şöhretlerine, mevkilerine zeval gelmesin... Halk nedir ki? Halk bizim için yaşıyor zaten... 

O yüzdendir ki ölenler hep yoksul insanlar, hep ekmeğini alnının teriyle kazanan insanlardır. 
Cezayı da cefayı da onlar iliklerine kadar yaşarlar. 

Irak'ta Amerika'ya yardım eden, Saddam'ın heykelini düşüren halktı. Öldürülen, direnen de halk oldu. Onlara saldıran Amerikan askerleri de hep alt sınıftandı.

Sonunda beslenen yine kim oldu? Petrol zengini aristokrat bozuntuları.  Makamları için insan öldürtmekten çekinmediler. 

Silah Tüccarları paralar kazandı. Çoğu devletle, askerle samimiyet içindedir. Onlar da birer aristokrat, birer zengindirler.

Türkiye'de PKK yüzünden bir çok yoksul, analarının göz bebeği, gençliğinin baharında çocuklar gitti (Gerçi yaşasalardı da ne bahar, ne gün yüzü görmeyeceklerdi çalışmaktan). Diğer yandan PKK'ya katılan çocuklar da kullanıldı. Yani fakiri, fakire; halkı halka kırdırdılar. 

Kim kazandı? Silah Tüccarları, Medya, Büyük para babaları, Nihayetinde Siyasetçi/Aristokrat, sosyal devleti savunduklarını iddia eden, henüz bu konuda icraatini göremediğimiz (ileride de göremeyeceğimiz) insanlar kazandı. Onlara malzeme oldu ölen çocuklar. Para oldu, makam oldu, konuşacak gündem oldu, halkı etkileyen konuşmalar oldu... 

O yüzden düzenim bozulmasıncılara kızmıyorum. Onların haklarını savunan yok çünkü. 

Çünkü;

haklarımızı savunması gereken kişiler,

kendi düzeniyle meşguller!

Kimsenin kafasına birşey aşılamıyorum. Kendi kafama göre bir analiz yaptım sadece...

Sadece dünya denilen bu büyük köyü hakim bir yamaçtan seyrediyorum...  

Her gün bakış açımı değiştirmeme neden olan,
Anlamaya çalıştığım,
Merak ettiğim,
Dünyadan Sevgilerle
Eşofmanlı Bilge...

11 Eylülde rejimler ve aristokratlar yüzünden başı yanan 
ve özgürlük gibi vaatlerle kandırılan ve kullanılan dünya halkına ithafen...

13 Temmuz 2014 Pazar

Önem vermek...Ya da ona benzer bişey...


Uzun bir süre yazamadım. İşlerim güçlerim vardı... Neyse konuya hemen girelim. Oruçlu olduğumdan dolayı bu sefer elimde kahveyle yazmıyorum. 

Bir kişiye değer vermekle ilgili facebookta o kadar çok paylaşım var... Hak edeni hayatıma sokarım, hak etmeyeni bilmem ne yaparım... Bla bla bla... İnsanlığı yalnızlığa sürükleyen daha bir çok paylaşım türü...

Aslında bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Fakat anlatırken seçtiğimiz kelime yanlış...

Değer vermek kelimesi... 

Ben ona fazla değer verdim. Şöyle böyle oldu sonra. Bu kelime ister istemez sizi bir boşluğa ve yalnızlığa sokar. 

Siz neden bir insana değer veresiniz? Onlar sizden daha mı değerli ya da değersiz?
Aslında siz bir insana değer veremezsiniz. Çünkü insan zaten belli bir değere sahiptir kendi içinde.
Siz anca önem verebilirsiniz. Seçmeniz gereken kelime bu. Çünkü değer vermek kelimesinde ister istemez kendinizi eziyorsunuz; yalnızlığa sürüklüyorsunuz. Facebookta bu tarz paylaşımları okudukça sinirlendiğinizi hissedersiniz. İşte sebebi bu.

Bir kişiye fazla önem vermek konusuna gelince.
Bir insanı seversiniz, aşık olursunuz veya çok saygı duyarsınız. 
Ama sizin gösterdiğiniz ilgiyi o size göstermeye bilir. Onun ilgisi dışında olabilirsiniz. Sizin bu öneminizi görmüyor da olabilir. 

Bu olayda yapılabilecek iki şey var. Birincisi Önem verdiğini göstermeye çalış. Belirgin bir şekilde gösterdiğinde eğer hala önem vermiyorsa sana o kadar önem vermiyor demektir.

Bu durumda yapacağın en güzel şey o insandan uzaklaşmaktır bence. Çünkü yakın durdukça komplekse kapılır kendinizi değersiz hissedersiniz. O yüzden diretmeyin. 

Bu duruma düştüyseniz size önem veren insanları belirlemeniz ve onlarla iletişime geçmeniz sizi bunalımdan kurtarır. Özgüveniniz yerine gelir.
İkincisi  bu insan sizin öneminizi kullanarak sizi yönetmeye çalışıyor da olabilir. Bu insanlar da sizin öneminizi çekmeye çalışır. Konuşulduğunda dikkati üzerine çekmeyi sever. Siz konuştuğunuzda konuşmayı dinlemez. Sıkıcı olduğunuz sinyalini verir. Sonra tekrar söze atlar. Bu insanlardan kendi iyiliğiniz için uzaklaşın. 

Kimse kimseye değer biçemez. Böyle bir şeye de hakları yoktur. Her insanın kendine öz bir değeri vardır. Değer vermek kişiye gösterilen önem ile alakalı değildir. Bu yüzden kendinizi ucuz facebook paylaşımlarındaki sözlere kaptırmayın. (Bunu söylediklerim kendini iyi biliyor.)

Hayatta bir çok insan size kulaklarını tıkayabilir. Elbet birisi size kulak kesilecek, can kulağıyla dinleyecektir. (bu bölümü öss de sorarlar 2 kere yakın anlamlı deyim kullandım) 

O yüzden endişesiz olun. Size söylenen lafların güzel ve eleştirisel taraflarını alın. Geride kalan onur kırıcı, bunalıma sokucu ( bu nasıl bir kelime ) kısımlarını direk çöpe... Hak etmediğiniz kelimeler sarf eden adamları da önemsiz ya da gereksiz klasörüne (hotmail ya da gmailse değişir. Hahahah.) atın. 

Hayatın ve facebook (özellikle facebook) aleminin sizi yalnızlığa sürüklemesine asla izin vermeyin. 

Sevgilerle
Can dostunuz size her daim değer veren 
Tatlı çocuk, Güzel insan
(Ve bir çok güzel sıfatlara sahip (!))
Eşofmanlı Bilge

(Facebooktan alınan saçma paylaşımlar haricinde yazının her hakkı bana aittir İsmimi altına yazdığınız sürece rahat rahat paylaşın ) 

22 Şubat 2014 Cumartesi

YAZI .7: ÇARPIK KİŞİLEŞME



Lüks içinde yaşıyoruz. 
Arabalar, evler, AVM'ler...
Hep daha fazlası için çalışıyoruz, yırtınıyoruz fazlası için.

Cafeler, Barlar, Restoranlar...
Hep daha iyi yerlerde yemek için herşey... 

Paylaşıyoruz ne yedik ne içtik...
Foursquare, Facebook, Twitter...


10 yıl önce görgüsüzlük olarak adlandırdığımız şeyleri paylaşıyoruz internette... Gösteriş yapanları ayıplamazmıydık biz çocukluğumuzda? Annemiz ayıplamaz mıydı bizi? Yeni bir çanta, ayakkabı alan ailesinin durumu iyi olan bir çocuk okula gelip hava attığında görgüsüz vs. demez miydik? 

Bilmiyorum siz der miydiniz ama ben derdim.
O günlerden bu günlere neler değişti. 
Artık herkes bir şekilde istedikleri şeylere kavuşmaya başladı.

Herkesin gelir düzeyi arttı. Herkesin elinde telefonlar var. Ve sosyal medyayı herkes kullanıyor... Teknoloji gelişti... Adım başı AVM var. Hepsi farklı mimaride rahat rahat alışveriş yapabilmeniz için sizlere sunuldu. 

(Ya da daha rahat tüketip gösteriş yapabilesiniz diye?!?)

Bu yenilikler bizim için ne kadar iyi oldu bir gözden geçirelim... 

Önceden dediğim gibi... Artık ellerimizde akıllı telefonlar istediğimiz şeyi rahat rahat araştırıyoruz, arkadaşlarımızla rahatça mesajlaşıyor; resim, müzik ve videolarımızı rahatça gönderebiliyoruz. Oyunlar oynuyoruz... 

Her geçen gün sosyalliğimiz bu telefona bağlanıyor. Yalnız kalıyoruz. Mutsuzuz. 
Güzel arabalara biniyor, güzel evlerde oturuyoruz.
Peki neden mutlu değiliz?
Sürekli bir arayış içindeyiz...

Kendimizi mutlu edebilmek için alışverişe çıkıyoruz. Telefonumuzu değiştiriyoruz mesela...
-Aaa bunda ne güzel özellikler var ya süper... 
Küçük bir tebessüm... Ve yine aynı şeyler...
Sonra karanlık bir mutsuzluk...

Arkadaşınızla cafedesiniz. Onunla sürekli faceten mesajlaşıyorsunuz. 
Cafeye gelince söyleyecek söz bulamıyorsunuz bazen. Uzun süre sessizlik oluyor. Hatta bazen telefonlara sarılıyoruz. Karşıdaki de otomatikman telefona sarılıyor... 
Sonra yine mutsuzluk ve suskunluk...

Milyonların yaşadığı büyükşehirlerdeyiz...
 Arabamızla mimarisiyle göz kamaştıran mimariye sahip bir AVM'den çıkıyoruz. 
Ucu yokmuşcasına bir trafik... Aklımızı başımızdan alıyor. Çileden çıkıyoruz. Sonra bir adam yanlış bir hareket yapıyor. Gözümüz dönüyor. Bilincimiz kayboluyor. Adamı orada dövüyoruz.

Ne kadar medeniyiz değil mi?
Bir adamı trafikte ufak bir hata yaptığı için öldürüyoruz. 
Bu insan facebook profilinde gayet sakin ve mutlu gösteriyor.
Bir önceki gün cafede resimleri... Mutlu hissediyor yazıyor durumuda... 

Bu kadar mutlu adam nasıl bir anda köpürüyor söyleyin. Ben cevap vereyim. O adam mutlu değil! Biz de mutlu değiliz. Gittiğimiz cafeleri, restoranları, aldığımız birşeyi paylaşarak, Foursquare dediğimiz şeyde yer bildirimi yaparak aslında mutlu olmuyoruz. Sadece yeni saplantılar kazanmış kişiliği bozuk insanlara dönüşüyoruz. Ve sonunda bu bozukluk en ufak tartışmada alevleniyor ve ölümle sonuçlanıyor.

Ben dahil hepimizde bu problem var. İnanın çözümü de var. Ama bunu kabullenirseniz. Kimse bunu kabullenmez. Çabucak parlar. Ama saplantılıyız bu bir gerçek. Belki de bu gerçekle yüzleşmek ağrımıza giden şey...

Sizden ricam yaşadığımız yere bakın lütfen. bizi nerelere sıkıştırdıklarına bakın. Bizi küçücük binalara, küçücük şehirlere tıkıyorlar. Milyonlarca insanı... Yeşilden mahrum kaldık. Piknik, doğa gezisi diye birşey kalmadı. Oturulacak park, yeşil alan yok. Kaldırımlarımızı arabalar almış.

Facebook'ta sükunetle, aşkla vb. şeylerle ilgili özlü sözler paylaşan bizler. Gerçek hayatta ne kadar acımasız olduk. Kibarlığımızı yitirdik. Hepimizi kibir kapladı. Dostlarımızı, akrabalarımızı aramaz olduk. Onları hor görmeye başladık. En ufak hatada sildik. Bir insanı kaybetmemek için çaba sarfetmedik. 
Her insanı kovunca yalnız kaldık. Yine o küçük aletlerde, insanlık duygularımızı küçülten geniş dünyalarda avuttuk kendimizi.

Güzel arabalar, güzel evler ve teknolojiler sahibiyiz. Lütfen öyle kalalım. Onların verdiği karaktere bürünmek yerine, kendi kişiliğimizi, değerlerimizi kaybetmeden, kendi değerlerimizin doğrultusunda kullanmaya çalışalım. 

Amacım sosyal mesaj vermek değil. Bu sadece bir öz eleştiridir. Yerinde bir öz eleştiri... 
 Gösteriş budalası çarpık kişiliğimizden kurtulmak için çaba gösterip göstermemek bizim elimizde...

Geçmişte bu teknolojiye sahip olmadan önceki kişiliğinizi hatrınıza getirirseniz eğer şuandaki sizin siz olmadığını görürsünüz... 

Daha mutlu, bağımsız bir yaşam ve 
bunlar için erdemli bir karaktere sahip olmak dileğiyle...

Eşofmanlı Bilge...

Playlist Parçası: 

Gustavo Dudamel: Dvorak, Symphony no. 9, 4. Allegro con fuoco

Yeni Dünya Senfonisi

1 Ocak 2014 Çarşamba

Yazı 6: Old Man Look at My Life (Flashback Yapıcı Şarkılar)


Yine bir gece vakti. Bilgisayarın başındayım. Tıpkı Isparta'daki gibi... 

Flash diskte sürekli bozulup beni deli eden bilgisayarımdan kalan müzikler var. Silinmişlerdir diye düşünmüştüm. Ama iyi ki kaydetmeyi akıl etmişim. Açtım Volkan Konak'ın Aşkın Beni Deleyledi şarkısını... Gurbet acısını anlatan ve o zamanlar sürekli dinlediğim şarkıydı. Okulun bitmesine son birkaç hafta vardı. Bitirme ödevini yetiştirme telaşı ve sınavlar yaklaşmış gibi... Sinir stres... Açardım bu şarkıyı. Nedense beni havaya sokardı. 

Arkadaş hava da çok güzel... İçim kıpır kıpır oluyor. Gecenin bir yarısı dışarı çıkasım geliyor. Ondan sonra başlıyorum arkadaşları aramaya... Çarşıya çıkmaya ikna ediyorum onları. Kulaklığımı takıp başlıyorum yürümeye onlarla buluşmaya... Sonra geziyoruz aklımıza neresi eserse... 
Gezi parkından dolayı ışıkları yanıp sönerdi biz yolda yürürken... Tencere sesleri her saat 11'i vurduğunda... Bunların verdiği heyecanla dersi unuturduk... 

Şarkılar nasıl hatırlattı arkadaş bunları bir bir... Bu kadar detayına kadar hatırlayacağım o an söylenseydi inanmazdım belki de. Ama gerçekten güzel günlerdi. 

Şarkılar o günleri aynı heyecanla yaşattı... İyi ki varsınız şarkılar... İyi ki varsın Volkan Konak... İyi ki varsın MFÖ... Ve diğerleri... İyi ki varsınız arkadaşlarım...

Sevgilerimle
Eşofmanlı Bilge
03:39

1 Aralık 2013 Pazar

Yazı 5: Karamsar Havalar...






Eminim çoğunuz kapalı ve yağmurlu havaları sevmiyorsunuz. Ben bayılırım. 

Sanırım sebebi bu havalarda bütün insanların karamsar olması. Bu yüzden seviniyorum. Çünkü üzdükleri insanların güneşli havada bile ne hale düştüklerini anlıyorlar. Güneşli havayı severim diyen insanlar genelde sorumsuz ve kırıcı oluyorlar. (Sosyolojik tespitim ) Bu yüzden onlara oh olsun. Ben bugün mutluyum. Bugün beni üzen tüm insanlar bu karamsarlığı içinde yaşasın. Üzüntümü azıcık ta olsa anlasın. Ama bununla beraber ben gerçekten bu havayı sevdiğim için mutluyum. Hadi acıdım size. Bu karamsarlığı yenmeniz için bir önerim var. Bu yazıyı okuduktan sonra kendinize güzel bir kahve yapın. Sandalyenizi ya da koltuğunuzu camın kenarına getirin ve dışarıyı izleyin. İsterseniz yanınıza bilgisayarınızı da alın. Güzel slow müzikler eşliğinde (Mesela bu sayfadaki gibi müzikler olabilir.) bu karamsar havanın keyfini çıkarın. Yarın işi olanlar umursamasın. Günün keyfini çıkarsın...

Bugüne özel yazım bu kadardı. Eşofmanlı bilge yorumlarınızı bekliyor. Bakalım bu karamsar günde sizden keyifli yorumlar alabilecek miyim? 
Sevgilerimle... Güzel Pazarlar...

Eşofmanlı bilge

17 Kasım 2013 Pazar

Yazı 4: Atatürk'ü Neden Sevmeliyiz?


Sizlere Türkiye'de yapılan büyük bir yanlışlıktan bahsetmek istiyorum. 
"Atatürk'ü sevmiyorum" deme yanlışlığı...

Bir kere Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyorsan Atatürk'ü sevmek zorundasın diye klişeleşmiş bir cümleyle yaklaşmak istemiyorum. Olaya tarihsel açıdan bakalım...


Yıl 1919 Çanakkale Savaşı... İnançlı ve güçlü, fakat harap olmuş bir ordu ANZAK, İngiliz ve Britanya kuvvetleri, sömürgeleri, Fransız ordularından oluşan bir orduyu püskürttü. Bu seferberlik esnasında 16 yaşına kadar her erkek askere alındı. Çeşitli imkansızlıklarda savaştılar.

Sonra ne oldu? Ordularımız yenmelerine rağmen yenilmiş gibi geri çekildi. Ve gayrimüslimler ellerini kollarını sallayarak topraklarımıza girdi. Bir de antlaşmalar uygulayarak bağımsızlığımızı elimizden aldı. Gayrimüslim devletlerin bayrakları İstanbul'un her yerinde dalgalandı (Galatasaray Lisesi Hariç)...

Bu imkanlarda dahi bir kurtuluş yolu bulundu ve Atatürk Samsundan Anadolu'ya girerek Türk Ordusunu yeniden birleştirdi. Bölgesel direnişçileri tek bir çatıda topladı. Düzenli ve güçlü bir Türk ordusu kurdu. Gayrimüslim medeniyetlerle savaştı, Saraydan bir kıpırdanma görmedikleri için halkın karar verdiği bir meclis açtı. Hepsi Atatürk'ün önderliğiyle kuruldu. 

Olmasaydı da olurduk diyorlar ya... İşte o olmasaydı, olanlar padişahın sözünden çıkmadığından hiç bir şey yapamazlardı. İmparatorluğun devam edeceği hayaliyle yaşıyorsunuz şuan. Ama devrin olanaklarından ve sarayın işgal altında olmasından dolayı kimse sesini çıkaramazdı. 

Biz dini vecibelerimizi özgürce yerine getirebiliyorsak bu Cumhuriyete emek veren, vatanımızı gayrimüslimlerden kurtaran Atatürk'e ve Türk Milletine borçluyuz. 

Atatürk kim ne derse desin, kim buna karşı çıkmaya çalışırsa çalışsın gayrimüslimlerle yapılan savaşlara liderlik etmiş ve topraklarımızdan bu orduları def etmiştir. 

Tıpkı Selahaddin Eyyubi'nin haçlı seferlerinde, Alparslan'ın Malazgirt'te, 2. Kılıçarslan'ın Miryekefalon'da gayrimüslümlerle yaptığı savaş sonunda saygı ve sevgi ile gerektiği gibi, Devlet Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün de saygı ve sevgi ile anılması gerekir. 

Aksi takdirde hem ecdadımıza , hem de bir Müslüman olarak bizim gayimüslimlerden kurtuluşumuzda bize liderlik eden kişiye saygısızlık etmiş oluruz. 

İşte bu yüzdendir ki Atatürk'ü sevmeme sadakate aykırı ve hıyanet dolu bir yaklaşımdır. Atatürk'ü sevmemenin doğal bir tarafı yoktur. Her Müslüman ve bu devletin her bireyi liderini sevmek zorundadır. Aynı zamanda gerçek anlamda milliyetçi (milliyetçinin gerçek anlamını bilenlere), aynı zamanda ümmetçi olmanın gereğidir. Nitekim Atatürk'ün bu başarısı bir çok Müslüman ülkelere ışık tutmuş, onların da münafıkları topraklarından def etmesine ön ayak olmuştur... 

Uzun lafın kısası... Liderlerinizi sevin, sayın... Bu vatana yararlı bir birey olmanın gereği olmakla beraber, Müslümanlığın da bir gereğidir. Rabbim bu ülkeyi her türlü kötülükten, bölünmekten, gayrimüslimlerin gazabından korusun. Devletimiz daim olsun...

Saygı ve Sevgilerimle...
Eşofmanlı Bilge...





Bizim dinimiz, akla en uygun ve en doğal bir dindir. Ve ancak bu nedenledir ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, bilime ve mantığa uyması gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal yaşamında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmek zorundayız. Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da Okuldur. 1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 90)





Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı öğütlemez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini korumalarını emrediyor. 1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 92)

Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 128)

Sözlerin Kaynakçası: http://www.ataturkdevrimleri.com/yazi-841-ataturk-un-islam-dini-ile-ilgili-sozleri.html


6 Kasım 2013 Çarşamba

Yorumsuz...


Ne hızlı bir şeymiş şu hüzün. Kilometreleri çabucak aşıyor... Mutluluk yolda kalıyor yanında... Her şeyde hüzün yeniyor. Kilometrelerce uzakta, ulaşamadığın bir insanın bir hüzün kelimesi sana hemen ulaşıyor. Işık hızındaki bir ok gibi kalbine saplanıyor. 

Kalbin acıdan kahrolurken kanına karışıyor. Bu ok sevdiğin birinden gelince daha da derine giriyor. Daha da erken zehirliyor. Daha sen farkına varmadan seni zehirliyor. Geceleri uyuyamıyorsun. Yastığına damlıyor göz yaşlarından. Islatıyor... Beynini ele geçiriyor. Seni zehirleyeni rüyanda görüyorsun. Felçli bir adam gibi çaresiz kalıyorsun. 

Tek yaptığın şey merhamet dilemek ama... Oku atan dinlemiyor. Tek panzehir oku atan vurdumduymaz okçuda... Ama o da arada kilometreler olduğunu söylüyor. Bahanesi hazır... Kinini bu şekilde örtüyor. 

Peki vurulanın suçu ne? Kendisi de bilmiyor. Tek suçu uzak olmak mı? Mesafeler mi? Uzaksa o ne yapsın? Keşke uzakları yakın edebilse...

Bugün bu kadar kısa bir yazı yazıyorum... Kusura bakmayın...


Sevgilerimle...
Eşofmanlı Bilge...
(Ne derseniz deyin...)

(LİSTEM BU SEFER BİTEN LEYLA İLE MECNUN AŞKI İÇİN HAZIRLANDI.... LEYLA İNŞALLAH DİNLER...)